Deprem… Büyük bir can pazarı, büyük bir insanlık dramı, büyük bir ekonomik yıkım, büyük bir çevre felaketi… Üzerinden 14 yıl geçen Gölcük depreminde ölenlere bir kere daha rahmet ve mağfiret, sağ kalanlara bir kere daha sağlık ve selamet diliyoruz. Ölüm… Yükselen yaşam eğrisi üzerinde minimum zaman aralığında maddi anlamda yaşanan maksimum kayıp noktası. Ecel, alın yazısı, takdir-i İlahi… Bu görev Azrail (as)’ın. Bize düşen görev ise ölümden kaçmak değil, sorumluluğumuzu üstlenmek, tedbir almak, ölüme hazırlıklı olmak. Tedbir bizden, takdir Allah’tan diyoruz.
Bilim insanları tarafından gittikçe yaklaştığı uyarıları yapılan büyük Marmara depremine ne kadar hazırlıklı olduğumuzu her yıl Ağustos ayı boyunca tartışır dururuz. Aradan geçen zaman süresince Afet Koordinasyon merkezlerimizin profesyonelleştiği, acil müdahale planlarımızın yapıldığı, arama kurtarma ekiplerimizin arttığı, bilinç seviyemizin oldukça yükseldiği, kentsel dönüşüm uygulaması konusunda oldukça mesafe alındığı bir gerçek. Buna rağmen hala binlerce ailenin meydana gelecek ilk depremde yıkılma riski taşıyan orta hasarlı binalarda yaşamaya; hala binlerce insanın riskli durumdaki okul, hastane, alışveriş merkezi gibi toplu yaşam alanlarına girip-çıkmaya devam ettiği ikinci bir gerçek.
Prof. Dr. Şükrü Ersoy’un beklenen Marmara depreminin can ve mal kaybından çok, ülkenin milli güvenliğini tehlikeye atacağı konusundaki uyarısı da göz ardı edilmemesi gereken önemli bir gerçek. Türkiye’nin yüzde 25’inin sadece İstanbul’da yaşıyor olması; Kocaeli, Sakarya, Bolu, Yalova, Bursa, Balıkesir, Çanakkale, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli gibi çevre illerle birlikte bu oranın yüzde 40’lı rakamlara ulaşıyor olması oldukça dikkat çekici bir bilgi. Allah göstermesin, Türkiye ekonomisinin yüzde 40’tan fazlasını taşıyan bu bölgede vaki olacak şiddetli bir depremin karşımıza milli bir afet olarak çıkacağından hiç şüphe duyulmamalı.
Ağustos sendromu dolayısıyla yapılan açıklamaların bir kısmı bu açıdan bakınca oldukça tedirgin edici boyutta. Örneğin; beklenen İstanbul depremi için belediye tarafından toplanma alanı olarak ilan edilen bölgelere rezidans ve alışveriş merkezleri yapıldığı iddiası bunlardan biri. İstanbul’da gerçekleşmesini hiç arzu etmediğimiz bir deprem sonrasında sahra hastanesi ve sığınılacak bölge olarak kullanılacak kimi alanların plan tadilatıyla ticaret ve konut lejantı olarak değiştirilmesi mümkün mü? Öte yandan depremde kullanılacak acil ulaşım yollarının İspark’a otopark olarak kiraya verilmesi ne kadar doğru?
Uzmanlar İstanbul’un deprem sonrası şimdikinden daha fazla yeşil alana ve parka ihtiyacı olduğunu söylerken, boşalan askeri alanların konut yapımı için TOKİ’ye devredilmesi açıklık getirilmesi gereken önemli tartışma konularından bir diğeri. Halbuki askeri alanların kentsel dönüşüm planlarında gerek konut, gerekse donatı için rezerv alan olarak kullanılması, yıkılıp yeniden planlanacak alanlara bu yolla az da olsa nefes aldırılması çok daha mantıklı bir uygulama olabilir. Gecekondulaşmış büyük kentlerde, hafta sonları mevcut yeşil alanlarda iğne atacak yer kalmaması bu ihtiyacın önemli bir göstergesi haline gelmiş olmalı. Beton yığınlar arasında balık istifi gibi yaşayan kalabalıklar arasında stres ve bunalım kaynaklı şiddet ve intihar olaylarının artması da bu konudaki krizin ayrı bir göstergesi.
Gelişen ve büyüyen Türkiye’de plansız kentleşme hala bir sorun, yapılan planların uygulanabilirliği hala bir sorun, arsa ve arazi spekülasyonu hala bir sorun, imara dayalı rantçılık hala bir sorun, kaçak yapılaşma hala bir sorun, denetimsizlik ve hukuki yetersizlik hala bir sorun. Kentsel dönüşüm masraflarının cepten para çıkmadan karşılanması, imar planlarında verilen rantsal emsal artışlarının kentsel dönüşüm masraflarına harcanması ayrı bir sorun. Askeriyeden boşaltılan alanlara karşılık yeni yapılacak askeri binaların TOKİ tarafından aynı mantıkla yapılacak olması yine benzer bir sorun.
Şimdi güncel bir haberi baz alarak birbirimize soralım: Başbakan, Bodrum sahillerindeki kaçak yapılaşmayı ifşa edene kadar ilgili Belediyeler neredeydi, nasıl yapıldı bu kaçak binalar? Ya da geçen seçimlerde gece yarısı bağlanan demirlerle, kamyonlar içinde karılan harçlarla usulsüzce yapılan gece-kondu katlarının bu seçimlerde artarak devam etmeyeceğini kim garanti edebilir? Peki devam eden bu gece-kondu sevdasıyla nasıl bitecek bu çürük bina kaygısı? Peki nedir bu bizdeki aymazlık, nedir bu bizdeki vurdum duymazlık? Depremden önce kahrımızdan ölmemiz mi bekleniyor?
Bütün bunlar gösteriyor ki bu sadece Başbakanın, sadece Bakanların, sadece Belediye Başkanlarının altından kalkabileceği bir iş, ya da üç-beş kişinin gayretleriyle çözülebilecek bir sorun olmaktan çoktan çıkmış. Çözüm topyekün bir zihniyet değişikliğinde gizli; topyekün bir bilinç ve kararlılık, topyekün bir sosyal dayanışma ve birlik, topyekün bir eğitim ve ahlaki seferberlik gerekli.
26.08.2013
Süleyman Yorulmaz