2013 ve bir önceki yıl Hatay için tam bir felaketler yılı oldu. Patlamalar, ve diğer olayların yanında binlerce hektar ormanımız da gözlerimizin önünde cayır cayır yandı. Bu yangınların en sonuncu ve büyüğü olan Antakya-Gülderen yangınının son günü arkadaşlar yardıma çağırmışlardı. Ekipler soğutma çalışması yaparken duyduğum bir vaka beni içten içe sarstı. Akşam, orman içindeki ekipler gece boyunca geyiklerin yanan alanlara gelerek dolaştığını, ağlayan, adeta inleyen sesler çıkardığını anlatmıştı. Geyikler yıllardılar yaşadıkları alanların, yeşil ağaçlarla kaplı yuvalarının simsiyah bir alana dönmesinden feryat etmekteydi. Sığınakları olan o güzelim yeşillikler kaybolmuş, ortalık siyah hayaletler ormanına dönüşmüştü.
Yangınların, özellikle son zamanlardakilerin çoğunlukla sabotaj olduğunu biliyoruz. Şimdi bu manzarayı, o yeşil ormanı tutuşturmaya uğraşanlara anlatsak herhalde güler, bizi romantik olmakla suçlayıp alay ederler. Onlar sadece kendilerinin duyguları olduğunu zanneder. Hâlbuki basit bitkiler bile susadığında bazı cihazlarla rahatlıkla algılanıp kaydedilebilen sesler çıkarırken ağaçların yanarken nasıl canhıraş çığlıklar attığını düşünmek bile istemiyorum. Ancak insanlarda ruhsal bozukluklar öyle bir hal almış ki, orman şöyle dursun, aynı yastığa baş koyduğu hayat arkadaşının canına kıyanların haberleri bile her gün duyulan sıradan haberler haline gelmiştir.
Ceddimiz Osmanlı Devletinde hayata dair her şey en ince ayrıntısına kadar hesap edilip uygulamaya alınırdı. İnsanlarda ruhsal hastalık şöyle dursun evlerin bile benliği zedeleyecek şekilde yapılması yasaktı. Örneğin binaların yüksekliği için servilerin boyunu aşmaması kuralı konulmuştu. Çağımızın hastalığı stres, onların ölüm anında bile yanlarına uğramıyordu. Ruhi hastalıklara yakalananlar Avrupa’da içine şeytan girdiği düşünülerek yakılırken bizde medreselerde işin uzmanları tarafından su-müzik sesleriyle tedavi edilmeye çalışılıyordu. Çünkü onlar; insanı her şeyin üzerinde tutmuş, bir kişi için gerekirse dünyayı karşılarına alabilmişlerdi. İnsanlar maddiyatı önemsemiyor, insanlığı merkeze alıyor, herkes çevresinde yaşayanların yardımına koşuyordu. Köşe başlarında bulunan sadaka taşlarına bırakılan altınların yanına aylarca uğrayacak fakir bulunmuyordu.
İnsan ruhuyla, duygularıyla, hareketleriyle, davranışlarıyla insandır. Toplumla, çevresiyle, canlı cansız tüm ortamıyla bütünleşebilen, onların yaratılış gayelerini anlayıp gereğini yapabilen insandır. Hiçbir şey sebepsiz ve gereksiz yaratılmamıştır. Dağda gezen bir geyiğin bile, emin olun araştırıldığında insanlar açısından dolaylı ya da direkt bir çok faydası vardır. Bu yüzden hayvan, bitki, maden ya da toprak… gördüğümüz her şeye saygılı olmak zorundayız. Bizler için yaratılmış olsalar dahi suyu, toprağı, havayı kirletmeden, çevreye zarar vermeden yaşamak durumundayız.
Çevreye zarar verenlerin durumu yardan aşağı düşerken tutunduğu dalı kesmeye çalışan ahmağa benzer. Başka gideceği yeri olmayan birinin aklı, mantığı olsa yaşam alanı olan çevresini kirletebilir mi? İnsanların 40-50 yıldır çeşitli amaçlarla uzaya gönderdiği teknoloji harikası uydular bile ayrı bir kirlilik vesilesi olmaya başlamıştır. Değil dünya üzerinde kirlilikler, atmosferde yüzen bu metal parçaları bile hayatımızı tehdit eder hale gelmiştir. Atmosferi bir balon olarak düşünürsek içindeki herkes, her şey birbirinin hukukuna riayet etmek zorundadır. Öyleyse aklımızı başımıza alıp, sorumluluğumuzu idrak edip insanıyla, hayvanıyla, bitkisiyle güzel bir yaşam sürelim. Bizi biz yapan değerlerin farkında olup, bunları genç kuşaklara ulaştırmanın gayreti içinde olalım. Biz, temiz ve yeşil bir çevre içerisinde mutlu, huzurlu bir yaşam sürersek tüm varlıklar huzurlu olacaktır. Buna bütün kalbinizle inanın ve “Ey insanlar birbirinizi sevin!”
28.09.2013
Recep AYDÖNER