Nükleer; dünyanın gündemini işgal eden en önemli tartışma konuları arasındaki yerini koruyor. Bir tarafta gittikçe hızlanan teknoloji yarışı ve artan enerji ihtiyacını karşılama gayretleri, diğer tarafta bütün dünyayı korkutan nükleer savaş tehlikesi ve uluslar arası mevcut dengeyi korumaya çalışan ülkelerin formül arama çabaları devam ediyor.
Son olarak 13 Nisan 2010’da ABD’nin başkenti Washington’da düzenlenen “Nükleer Güvenlik Zirvesi” ile, dünyadaki nükleer depoların ve materyalin güvenliğini sağlama yolları araştırıldı.
İran’a yönelik yaptırımlar zirvenin ana konuları arasında bulunuyor. Obama ; El Kaide gibi örgütlerin nükleer silah elde etmelerinden duyduğu kaygıları dile getirdi. Bu silahların tereddüt etmeden kullanabilecek kişilerin elinde bulunması gerçekten son derece vahim bir durum.
Nükleer silahların azaltılması konusundaki uluslar arası gayretlerin devamını diliyoruz. Ancak bu silahların halen kimin elinde ne miktarda bulunduğu açıklanmalı, hangi durumlarda kimler tarafından kullanıldığı veya kullanılma riskinin bulunduğu sağlıklı biçimde tahlil edilmelidir.
Bu açıdan baktığımızda nükleer silahlanma tarihinin, 1945’te, şimdiki zirveye ev sahipliği yapan ABD tarafından başlatıldığını görüyoruz. Meksika çölünde ilk atom bombası denemesini yapan ABD’nin, aynı yıl içinde Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki kentlerine atttığı atom bombalarıyla, bu denemeleri binlerce insanın öldüğü, milyonlarcasının sakat kaldığı faciaya dönüştürmüş olduğu biliniyor.
Nükleer silahlanma tarihi içinde ABD’den sonra bu tür denemelerin SSCB ve İngiltere tarafından karşılıklı olarak yıllarca devam ettirildiğini, bu yarışa 1960’lardan sonra Fransa ve Çin’in de katıldığını görüyoruz. İsrail’in elinde ise halen 200 nükleer başlığın bulunduğu iddia ediliyor.
Yakın tarihimizde ve halen Irak’ta, Filistin’de masum insanlara karşı kullanılan misket bombası ve diğer kimyasal silahlar, tehlikenin nereden ve ne şekilde geleceği, kimlere güvenilip, kimlere güvenilmeyeceği konusunda ipuçları verecek nitelikte gözüküyor.
Suçu önleme konusunda izlenmesi gereken potansiyel suçluların başında, daha önce bu suçu işlemiş sabıkalılar gelir. Nükleer silahlar konusunda en büyük tehdit “Nükleer Sabıka” kaydına sahip olanlarla, bölgesel ve global alanda sürekli saldırı, taciz ve tehdit politikası izleyen devletlerdir.
Bu durumda insanlık ailesini ve gelecek nesillerin yaşam haklarını tehdit eden nükleer silahlara hayır derken, bu tehdit karşısında caydırıcı güç oluşturma çabalarına da göz yummaktan başka çaremiz gözükmüyor.
Nükleer silahlanma tartışmaları devam ederken, zirveyi protesto eden “Nükleer Karşıtı” gruplar da eylemlerine devam ediyorlar. Halbuki Nükleer Silah tehdidi ile Nükleer Enerji teknolojisinin ayrı ayrı değerlendirilmesi daha mantıklı olmalı. Zirvede konuşan Başbakan Erdoğan’ın “Her ülkenin nükleer enerjiden barışcıl amaçlarla yararlanma hakkı teslim ve teyit edilmeli” şeklindeki açıklaması da bu açıdan değerlendirilmelidir.
Nükleer silahların getirdiği tehlike ve zararlar tartışmasız şekilde ortada iken nükleer santrallerde bu güne kadar çevreye zarar verecek nitelikte toplam üç kaza meydana geldiği görülüyor.
1957 yılında İskoçya’da meydana gelen ilk kazada ölüm ya da akut radyasyon hastalığına rastlanmadı.
1979 yılında ABD’de meydana gelen ikinci kazada reaktörü çevreleyen koruyucu Beton kabuk sayesinde çevreye ciddi bir radyasyon sızıntısı tespit edilemedi. Ölüm ve ciddi çevre kirlenmesine sebep olan üçüncü kaza Ukrayna’da eski bir silah fabrikasından dönüştürülen ve beton koruyucusu bulunmayan santralde meydana geldi. Çernobil faciası olarak da anılan bu kaza nükleer karşıtlarının elindeki tek dayanak.
Nükleer silahlarla nükleer enerjiyi aynı potaya koymak ve birlikte tartışmak, zihinsel ve ahlaki açıdan ağır bir çevre kirliliğidir.
Modern yaşam tarzını bırakıp ortaçağ şartlarında yaşama imkanımız ya da böyle bir arzumuz yoksa, bazı bilim adamları tarafından “en çevreci enerji” olduğu iddia edilen “nükleer enerji” konusunda duygusal eylemlere değil, ilmi gerçeklere yönelmenin gereği ortadadır.
Japon’ların geliştirdiği ve çevreyi kirletmeden ucuz enerji üretimi yapacak “ev tipi” nükleer santraller bu anlamda dikkat çekici bir proje. 15-20 metrekarelik bir oda boyutunda ve 200 kilowatt elektrik üretme kapasitesinde olacak yeni tip nükleer santrallerin çevresel etkileri, mevcut enerji üretim teknolojileri ile kıyaslanmalı. Konuya çevre sağlığı ve yaşam tehlikesi açısından sağlıklı bir tahlil yapabilmek için, kullanılan teknolojiden önce bunu kullanacak “insan” faktörünü tartışma konusu yapmalıyız sanırım.
İnsanoğlunun her gün nehirlere ve okyanuslara boşalttığı milyonlarca ton katı atığı deniz yaşamını zehirlediği ve her yıl milyonlarca çocuğu öldüren hastalıkların yayılmasına sebep olduğu BM Çevre Programının “Hasta Su” başlığıyla hazırladığı raporda vurgulanmıştı.
Havaya salınan sera gazlarının insan sağlığında meydana getirdiği tehlike; Türkiye’de yılda 100 bin kişinin sigaradan ölmesi, trafik kazalarında ölenlerin sayısının 5-6 bin, yaralananların 100-200 bin kişi olması; evlerimizde kolaylık, hastanelerimizde tedavi, işyerlerimizde hizmet üretimi amacıyla kullanımı son derece yaygınlaşan elektrikli ve elektronik aletlerin yaydığı radyasyon tehlikesi bu anlamda iyi tahlil edilmeli.
Sonuç olarak; ruhen hasta, bilgisiz ve eğitimsiz insanın elinde bulunan her şey tehlike arz ediyor. Ruhsal ve zihinsel sağlığı yerinde olan, vicdani muhasebe eğitimi almış insan elindeki her şey faydaya dönüşebiliyor.
Süleyman Yorulmaz
ÇEKÜD
20 Nisan 2010