“Havaya düşer cemre…
Cemre, suya düşer…
Toprağa düşer cemre…
Cemreler, insan için düşer!
İnsan için süslenir baharda yeryüzü, her baharda semadan, sırlara sarılı ikramlar gönderilir.
İstemek ile şükür, tövbe ile affedilmenin bin bir yolunda öyle hızlı koşarız ki… Öyle çabuk varırız ki… Kıskanır insanı baharlar…
Çünkü… Cemre, insana düşer!”
Okuyan herkese yaşam mutluluğu veren dizeler bunlar, her şeyin insan için yaratıldığını, onun hizmetine sunulduğunu, kainatın yaratılmasındaki en büyük sırrın kendisi olduğunu dile getirir.
Gerçekte Yüce Yaratıcı her şeyi bizler için var etmiş, hayat standartlarımızın en yüksek, en güzel şekilde olmasının altyapısını bırakmıştır eşyada. Çöllerde fırtınalar bizim için eserler, milyarlar kum taneciklerini atmosferin üst tabakalarına kadar çıkarıp lüzumlu yerlerde yağmur bulutlarında yoğuşma taneciklerini meydana getirirler. Bu yağmurların düştüğü ormanlarda bitkiler gürbüz, denizlerde balıklar besilidir. Yapraklarını döküp kış boyu ölü gibi duran ağaçlar kocakarı fırtınalarıyla uyanır, yeniden dala, yaprağa, meyveye kavuşurlar. Atmosferin dışından üzerimize füze gibi gelen saf metal meteorlar bazılarının ürktüğü gibi bizleri bombardıman için değil, eriyerek yağmurlarla topraklarımızı zenginleştirmek için gönderiliyor.
Küçültüldüğünde insana benzeyen ve var olan her şeyiyle sırf insanla anlamının bulan bir kâinat nasıl olur da ondan bağımsız düşünülebilir? İnsanların yaptığı işler, eylemler, icraatlar nasıl olur da kâinattaki dengeler üzerinde hiçbir değişim, etkileşim bırakmaz? Hasan’ı Basri’ye gittiğimiz yerlerdeki insanları nasıl tanıyacağız diye sorulduğunda “Sokaklarındaki köpeklere şöyle bir bakın, onlar nasılsa insanları da aynıdır” der. Biz ki çevremizde yaşayan hayvanların bile evcil-vahşi demeksizin huylarına kadar etki ederken üzerinde yaşadığımız dünyanın bizim kötü etkilerimizden etkilenmemesi düşünülemez. Demek ki dünyanın üzerindeki iklim değişimleri, artan depremler, akla gelen tüm olumsuz unsurlarda insanın pay inkâr edilemez.
Biz insanlarda öyle bir enerji ki 90-100 kg ağırlığa sahip cesedimizi öteye, beriye adeta zıplatırken ruh dediğimiz bu varlık çıktığı anda koca bir çuval gibi yere serilip kalıyoruz. Bu enerjinin kirletilmemesi, kötü yollarda kullanılmaması hem kendisi, hem de tüm yaşam çevremiz adına en büyük görevimizdir. Aksi takdirde diğer hemcinslerinin hakkına tecavüz edildiği gibi çevremizdeki tüm varlıklar için tehlikeli bir hale gelmektedir. Eşyadaki düzen insanın davranışıyla orantılıdır diyebiliriz. Çevresel kirlilikler, bozulan dünyevi değişimler, kaybolan doğal dengeler hep yaradılışıma uygun hareket etmediğimizden olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
O halde insanlık topyekün bir eğitimle bu bozulmaların önüne geçmeye çalışmak, insanlara ciddi bir etik ve terbiye için çalışmalıdır. Vakit geçirmeden kendimize çekidüzen vermezsek Selim Gündüzalp’in adeta çevre için yazdığı şu ağıtı bizlerde hüzünle okumak zorunda kalırız;
“Hayatımıza hayat katan kâinattaki kardeşlerimize bu kadar haksızlık etmemeliydik. Öfke gibi hırs da gözünü, gönlünü karartıyor bazen insanın. Şeytan azdırıyor, baştan çıkarıyor. Kim demiş yirminci asır uygarlık, çağdaşlık asrı diye. Hadi canım. Bu masalı başkasına anlatın. Biz çok dinledik. Zaten bu çağdaşlık kelimesini de artık, süslü püslü bir maske olarak görüyorum. Mehmet Akif Ersoy’un ifadesiyle, medeniyet yani, çağdaşlık dediğin tek dişi kalmış bir canavar. Maskeli ve makyajlı yüzüyle yutturuyorlar insana. Arka plândaki manzara belli. Erbabına da malumdur ki, şeytan ve avanesi malı götürüyor. Bakın çağdaşlara, güzel giyimli tipler. G8 denen liderlere, tiplere bir bakın. Hepsi güleç yüzlü tipler. Ama dünyadaki her ülkenin içinde kanlı izleri ve pençeleri var. İmzalarını, silahla atıyorlar. İşte bu çağdaş tipler mahvetti dünyamızı. Bunların çağdaşlık masalını yutmamalıyız artık.
Gönül isterdi ki; şu güzel dünyada hepimize yetecek olan şu güzellikleri görecek, kimsenin kimseye dik bakmadan, yalana hileye sapmadan yaşayabileceği şartları koruyabilseydik keşke. Ama maalesef önce inancımızla oynadılar ve vicdanımızı çaldılar. Hem dünyamızı hem de ebedî hayatımızı mahvettiler. Bu dünyanın cazibesi, çekiciliği, sadece ve sadece Yüce Yaratıcının gösterdiği yolda ve gönderdiği kitapta, Peygamberde saklıdır. Onun haricindeki her adım, her tavır adım adım kıyamete doğru gidiştir. Yaradan bize hayat dahil her nimeti, bir emanet olarak vermiştir. Sınırlı ve sayılı. Kendimizi, O’nun bize emanet ettiği bu nimetlerin sahibi saymamalıyız asla. Emanetçiyiz, hıyanetçi olmamalıyız. Yaşadığımız dünyayı bu kadar tahrip etmemeliydik, bozmamalıydık. Sait Faik, Son Kuşları’nda gökyüzündeki kahverengi noktaları, yani küçük kuşları göremeyeceğiz diye bizi uyarmıştı yıllar önce. Ve şimdi hikâye gerçek oldu. Kendi elleriyle kendi felaketini hazırlayan insan geç olmadan, başına gelecek musibetlerin ikazıyla uyandırılmadan evvel uyanmalı. Çok geç olmadan evvel gözünü açmalıdır.
Bilemem hangi çeşme bize suyunu verir ki artık. Çeşmeler de kalmadı. Hangi ağaç gölgesinde durup, eğleşmemizi ister ki, koca gövdeli ağaçlar da kalmadı. Baharın geldiğini nasıl anlayacağız Allah aşkına. Kuş yok artık, ses yok, meyve yok, koku bile yok. Peki, nasıl anlayacak gelecek asrın çocukları. Baharı anlatmak çok zor olacak onlara. İnsan hatıralarına, yaşadığı dünyadaki arkadaşlarına vefakâr olmalıydı. Bu kadar saygısızca davranmaya ve sorumsuz yaşamaya başladığımızdan beri her şey tepe taklak. Allah’ım göz göre göre ruh cevherimize el uzatan, ahlâkımızı bozan, imanımızı çalan deccallara, bu devrin müsriflerine, bu yolun şerirlerine nasıl bir ceza vermen gerektiğini tekrar Senin yüce adaletine havale ediyorum. Bu dünya kime kalmış ki onlara kalsın. “Er yarın, hak divanında belli olur” diyor Yunus Emre. Yarın hak divanında belli olacak, kimin er kişi olduğu, kimin hakiki, kimin yalancı pehlivan olduğu.”
10.06.2013
Recep AYDÖNER
Hatay Serinyol Orman Fidanlık Şefi